Zekatın Edep ve Hikmetleri

Zekâtın zâhirî ve fıkhı hükümleri yanında birtakım bâtınî edepleri de vardır. Bunlar onun aslını oluşturur. Her ikisi korunduğunda ibadet tam olarak yapılmış olur. Zekâtın edep ve hikmetleriyle ilgili bu kısımda, büyük veli, ârif, âlim Ebû Tâlib-i Mekkî hazretlerinin (r.ah) kıymetli eseri Kûtü’l- Kulûb’ün zekâtla ilgili bölümünden özet bilgi vereceğiz.
HAYIRDA ACELE ETMEK
Bir kimse, zekât kendisine farz olur olmaz ilk vaktinde zekâtını vermelidir. Zekâtın senesi dolup farz olmadan önce verilmesi daha faziletlidir. Bu, özellikle zekâtın verilmesi gereken bir yeri bulunca yapılmalıdır. Meselâ, Allah yolunda cihad eden bir gazi, vakti gelmiş fakat ödenemeyen bir borç, bir cihad, ihtiyaç içine düşmüş fazilet sahibi bir fakir yahut garip bir yolcu ve benzeri ihtiyaç sahipleri görüldüğünde bu kimselere vaktinden evvel zekâtını vermek, bunu güzel bir fırsat görüp hemen değerlendirmek daha faziletli ve daha bereketlidir. Böyle davranmak, hayırlı işlere koşmak, iyilik ve takvâda yardımlaşmak olur. O ayrıca, yapılması emredilen şeyin yanı sıra nâfile bir hayır yapmaktır.
İnsan başına gelecek kötü durumlardan emin olamaz. Çünkü hayrı geciktirmekte birçok âfet mevcuttur. Dünyanın nice felâket ve sıkıntıları vardır. Nefis durmadan hal değiştirir. Kalp devamlı değişim içindedir; bunun için fırsat ele geçer geçmez hayrı yerine getirmelidir.
Zekât veren kimse, zekât vermede yılbaşı olarak ramazan veya zilhicce aylarından birini belirlerse, bu daha faziletlidir. Çünkü bu iki ayın birçok fazileti ve hususiyeti vardır.
Yüce Allah ramazan ayını Kur’an’ın indirilmesine tahsis etmiş ve onda bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesini koymuştur. Ramazan ayında zekâtın verileceği en faziletli günler son on günüdür. Zilhicce ayının en faziletli günleri ise ilk on günüdür.
Vera/takvâ ehlinden bazıları, zekâtın her sene bir ay öne almak suretiyle verilmesini ve sene başından sonraya bırakılmamasını müstehap görmüşlerdir. Çünkü bir kimse zekâtını her yıl belirli bir ayda verirse, gelecek seneki aynı ay aslında on üçüncü ay olur. Bu da zekâtın geç verilmesi demektir.
Âlimler şöyle demişlerdir: “Bir kimse, bu yıl zekâtını receb ayında verirse, gelecek yıl zekâtını cemâziyelâhir ayında vermelidir. Böylece bir seneyi geçirmemiş olur. Buna göre, bu yıl zekâtını ramazan ayında veren bir kimse, gelecek yıl şâban ayında vermeli ki, seneye bir şey eklememiş olsun. Bu şekilde hareket etmesi daha güzeldir.”
KALP HUZURU ve İHLÂS
Zekâtı gönül hoşluğu ve kalp huzuru ile Rabbi için ihlâslı bir şekilde, sırf O’nun rızâsını isteyerek, gösteriş ve riya yapmaksızın, yapmacık hal ve tavırlara girmeksizin vermelidir. Kul, verdiği zekâtı, Allah’tan başkasının bilmesini istememelidir. Zekâtı verirken, Allah’tan başkasından bir şey beklememeli, onu vermediğinde ise O’ndan başkasından korkmamalıdır. Devamlı Allah Teâlâ’ya nazar etmeli, O’nun bu hayırda kendisine ihsan ettiği güzel yardımını yakînen tanımalıdır.
TEVAZU
Zekât veren kimse zekâtını verdiği fakirin kendisinden daha hayırlı olduğuna itikad etmeli; kalbinde onu noksan görmemeli ve onu küçük düşürmemelidir. Zengin kimse, fakirin kendisinden daha hayırlı olduğunu bilmelidir. Çünkü fakir, onun için mânevî bir temizlik, yükselme, yücelme ve ebedî âhiret yurdunda mânevî derece elde etme sebebi yapılmıştır. Kendisi ise, fakir için bir hizmetçi ve onun dünyasını ihya etmekle görevli bir memur yapılmıştır.
GÖSTERİŞ ve MİNNETTEN KAÇINMAK
Müslüman zekâtını fakire gizli olarak vermeli, verdiğinin zekât olduğunu kendisine söylememelidir. Allah Teâlâ’nın, “Sadakalarınızı minnet ederek/başa kakarak ve fakire eziyet yaparak iptal etmeyiniz.” (Nisa, 4/53) âyetinin tefsirinde şöyle denmiştir: “Minnet, zekâtı verdiğin kimseye ‘bu zekâttır’ diye söylemen; eziyet ise verdiğin zekâtı başkalarına açıklamandır.”
Süfyân-ı Sevrî (r.ah) demiştir ki: “Kim yaptığı hayrı başa kakarsa sadakası/zekâtı fâsid olur.” Ona, “Başa kakmak nasıl olur?” diye sorulunca şu cevabı vermiştir: “Yaptığın hayrın zekât olduğunu zikretmen veya başkaları yanında ondan bahsetmen o kimseyi minnet altına sokmandır.”
Başka biri de şöyle demiştir: “Minnet, verdiğin şeye karşılık olarak hayır yaptığın kimseyi çalıştırmak istemendir. Eziyet ise fakirliğinden dolayı onu ayıplamandır.”
Yine denilmiştir ki: “Minnet, kendisine hayır yaptığın kimseye karşı kibirlenmek, eziyet ise onu azarlamak ve bir şey istediği için kendisini kınamaktır.”
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Sadakanın en faziletlisi insanın şartlarını zorlayarak bir fakire gizlice verdiği sadakadır.” (Ebu Davud, Zekat, 40)
Âlimlerden biri şöyle demiştir: “Üç şey iyiliğin hazinelerindendir. Onlardan biri de zekâtın gizli olarak verilmesidir.” Bu söz bize müsned bir hadis olarak da rivayet edildi.
Zekâtı gizlice vermek insanın dini için daha selâmetlidir. Bunun âfeti daha azdır ve amel bakımından da daha temizdir.
Bize ulaşan bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Allah, yaptığı hayrı halka duyurmak için, gösteriş yaparak ve minnet ederek hayır yapanın hayrını kabul etmez.” (Zebidi, İthafü’s-Sade, 4/185)
Görüldüğü gibi hadis-i şerifte Allah Resulü (s.a.v), minnet ile halka duyurmayı bir arada zikretmiştir. Aynı şekilde halka duyurma ile riyayı da bir arada zikretmiş ve bütün bunlarla amelin reddedileceğini bildirmiştir.
Hayrını işittirme derdinde olan, yaptığı amellerini kendisini görmeyenler duysun diye ondan bahseden kimsedir.
Onun bu davranışı, amelinde gösteriş yerine geçer. Amelin iptal edilmesinde her ikisi de eşittir. Çünkü onlar imandaki yakînin zafiyetinden kaynaklanır.
Halk duysun diye amel eden kimse, kendisini mevlâsının bilmesiyle yetinmemiş, aynı şekilde riya için hareket eden riyakâr da O’nun görmesiyle yetinmeyip başkalarını O’na ortak etmiştir. Hadiste, yaptığı hayrı başa kakan kimse de bunlara dahil etmiştir. Çünkü başa kakmada hem yaptığını duyurma hem de riya/gösteriş vardır. Şöyle ki:
Hayır ve ibadet yapan kimse, yaptığı ameli zikrederek onu başkalarına duyurmuş olur veya gizlice yaptığı iyilikte kendi nefsini görüp onunla övünür. Onu açığa vurduğu zaman, amel gizli olmaktan çıkar, açıktan yapılmış amel olarak yazılır. Onu halkın içinde bahsettiği zaman ise, gizli ve açık ameli silinir, yerine gösteriş yazılır.
Eğer ihlâsla verilen bir sadaka ve zekâtın açıklanmasında, onun gizli olarak verilmesinin sevabını kaçırmaktan başka bir şey olmasaydı, bu bile amel için büyük bir noksanlık olurdu.
Bir haberde şöyle rivayet edilmiştir: “Gizli olarak verilen sadaka, açıktan verilen sadakadan yetmiş kat daha faziletlidir.” Meşhur bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: “Yedi sınıf insan vardır ki Allah Teâlâ’nın arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah onları kendi gölgesinde gölgelendirir. Onlardan biri de, sağ elinin verdiği sadakayı sol elinin farketmeyeceği kadar gizli veren kimsedir.” (Buhari, Salat, 187; Zekat, 17; Müslim, Zekat, 91) Hadisin diğer bir lafzında ise, “Sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizleyen kimse” diye geçmektedir. Bu aslında gizli tutulmasında mübalağa ifade eden bir ifade şeklidir.
Eğer verdiğin sadakayı gerçek mânada nefsinden gizlemek mümkün olmuyorsa, hiç değilse onda nefsini gizle. Öyle ki kendisine zekât verdiğin kimse senin verdiğini bilmesin. Bu, ihlâstan bir makamdır. Vermede elini görür ve kendini ortaya koyarsan, hiç olmazsa zekât verdiğin kimseye karşı nefsini gizle. Böyle yapmak, sadık olanların halidir.
İHLÂSLI KULLARIN ÖRNEK HALİ
ihlâs sahibi insanlardan biri, vereceği şeyi fakirin önüne veya yoluna bırakır yahut görüp alabileceği şekilde onun oturduğu yere koyardı. Fakir onları alır, fakat sahibinin kim olduğunu bilmezdi. Diğer biri de vereceği şeyi fakirin cebi¬ne o uyurken gizlice koyardı. Ben böyle yapan bir kimseyi gördüm.
Zekâtını başkaları vasıtasıyla fakire vererek durumunu gizlemeye çalışan müslümanların sayısı sayılamayacak kadar çoktur. Bir hadiste şöyle rivayete edilmiştir: “Gizlisa¬daka veya gece verilen sadaka rabbin gazabını söndü¬rür.”
Yüce Allah zekâtın gizli olarak verilmesinin daha fazilet¬li olduğunu haber vermiştir. Fazileti yanında bu sadaka gü-nahlara kefâret olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sa-dakayı gizli olarak fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Bu günahlarınıza kefâret olur.”
Bir fakir, fakirliğini açıkça söyler, istemek için elini açar, iffet ve şerefini koruma yerine dilenmeyi ve zilleti tercih ederse, bu durumda senin de ona yapacağın iyiliği açıkla-manda bir mahzur yoktur. Eğer, sünnete uyarak, ya da bu konuda başkalarına örnek olup sana uyulsun niyetiyle ze¬kâtını açıktan verir, diğer insanlar için de bir teşvik olması¬nı düşünürsen bu güzeldir. Böylece diğer müslümanların da zekât vermede seninle yarışması temin etmiş olursun. Bu ayrıca, fakirleri doyurmak için teşvik etmeye girer. Allah Teâlâ bizleri buna teşvik etmiştir.
“Size verdiğimiz rızıklardarı açıktan ve gizli olarak intak ediniz”26 âyeti hakkında şunlar söylenmiştir: Gizli olarak verilecek şey, nâfile sadakalar; açıktan verilecek ise farz kılınan zekâttır.
“Malınızın zekâtını veriniz ve Allah için karz-ı hasende bulunun/güzelinden borç verin” âyeti hakkında da şöyle denmiştir: “Karz-ı hasen nâfile cinsinden olan ibadetlerdir.” “O helâl maldır” diyenler de olmuştur.
Allah Teâlâ bir âyette şöyle buyurmuştur: “Zekâtlarınızı açıktan verirseniz o ne güzeldir. ”
Görüldüğü gibi burada sadakayı açıktan verenler met- hedilmiştir. Ancak bu durum, açıkça isteyen, elini açıp di¬lenen insanlara karşı açıktan verildiği zaman güzel olur. Nitekim âyette, “Eğer onu fakirlere gizli olarak verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır” buyrulmuştur.
Bu fakirler, insanlardan istemeyi ve hallerini gizlemek isteyen fakirlerdir. Bu kimseler, fakirlerin içinden seçilmiş kullardır. Haya ve iffetlerinden dolayı nefislerini ortaya koy- mazlar/hallerini kimseye açmazlar.
ALLAH İÇİN VERİLECEK MAL
Kişinin en çok sevdiği ve nefsinin kendisi için ayırıp tercih ettiği en iyi maldan zekât/sadaka vermesi daha faziletlidir. Böylece yüce mevlâsının emrettiği gibi onun için olanı tercih etmiş olur. Allah Teâlâ, kendisi için infak edenlerin hâlini bir misalle şöyle anlatmıştır: “Kazandığınız şeylerin güzel/helâl olanlarından infak ediniz. Size verilse gözünüzü yummadan almayacağınız kötü malı hayır diye infak etmeye kalkışmayın.” (Bakara, 2,267)
Yani malınızın değersiz olanlarını ayırıp Allah için vermeye kalkışmayın; öyle ki bu mal sizden birine verilmiş olsa onu ancak istemeyerek ve verenden utanarak alır. Nefsinizin güzel bulmadığı yahut ileri için biriktirmeyi kötü gördüğü, yahut başkasından dolayı aldığı veyahut birine hediye etmeyi güzel görmediği değersiz malları, zekât ve sadaka olarak Allah için vermeye kalkışmayın. Böyle yaparsanız, nefsini veya senin gibi bir kimseyi yüce rabbine tercih etmiş olursun. Bu, kötü edeptendir. Kötü edep ile hiçbir ibadet yerine gelmiş olmaz.
Hz. Enes’in (r.a) rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Harama bulaşmadan kazandığı maldan infak eden kula müjdeler olsun.” (Beyhaki, Heysemi)
VEREN ve ALANIN DUASI
Bir fakire sadaka verdiğin zaman sana dua ederse aynı şekilde sen de onun için dua et. Böyle yaparsan, senin duan onun duasına karşılık olur. Böylece verdiğin sadakanın sevabı sana kalmış olur. Aksi halde onun duası senin ona yaptığın iyiliğe karşılık olur. Âlimler bu durumdan sakınırlardı. Ayrıca bu, tevazuya daha yakın bir davranıştır.
Aslında sen fakire ulaştırdığın hayırdan dolayı dua ve teşekkür gibi bir karşılığı hak etmiş değilsin; çünkü sen yüce Allah tarafından sana farz kılınan bir ibadeti yapmaktasın veya yüce rabbinin o kimseye takdir ettiği rızkını ulaştırmaktasın.
Hz. Âişe ve Ümmü Seleme (r.a) bir fakire herhangi bir yardım gönderdiklerinde zekâtı götüren elçiye, fakirin yaptığı duayı aklında tutmasını söylerlerdi. Sonra kendileri aynı duayı o fakir için yaparlardı ve, “Sadakamızın sevabının bize kalması için böyle yapıyoruz” derlerdi. Hz. Ömer ve oğlu Abdullah da böyle yapardı.
Kendisine bir hayır yaptığın fakirden sana dua etmesini beklemen ya da ondan bunu istemen uygun değildir. Ayrıca ona yaptığın iyilikten dolayı seni hayırla anmasını ve övmesini de istememelisin. Çünkü bunlar sadaka ve hayrın sevabını noksanlaştırır. Bu beklenti sende ileri seviyeye ulaşır ve kalbinde kuvvetlenirse amelini iptal eder.
Her ne kadar fakirin sana dua etmesi veya kendisine yaptığın iyiliğe karşılık seni hayırla anma görevi varsa da, o bununla Allah’ın kendisine emrettiğini yapmakta ve O’na kulluk etmektedir. Dolayısıyla sen, sana yapacağı teşekkürü onun üzerindeki bir hakkın olarak görmemelisin.
GÜZEL EDEP
Fakire herhangi bir iyilik yaptığın zaman, bunu güzel edeple, yumuşaklıkla, lutufla, tatlı sözlerle ve alçak gönüllülükle yap. Edep sahibi kimseler bir fakire herhangi bir şey vermek istediklerinde ellerini açarak verirlerdi. Bunu, fakirin elinin kendi ellerinin üstünde olması ve böylece onun kendilerinden daha üstün olduğunu göstermek için yaparlardı. Bazıları da verecekleri şeyi fakirin önüne veya yere koyup bunu kabul etmesini isterlerdi. Böylece bir bakıma kendileri isteyici duruma gelirlerdi. Fakiri yüceltmek için, ona verdikleri şeyi elleriyle uzatarak vermezlerdi. Bu durum kulun rabbini yakînen tanıdığını ve ibadetinde güzel edep içerisinde olduğunu gösterir.
Kim yaptığı iyiliğin karşılığı olarak fakirin kendisini övmesini isterse bu övgü onun amelinden elde edeceği payıdır ve böylece yaptığı hayrın sevabı yok olur. Hatta, Allah için yaptığı bir amelde ve Allah’ın onun eliyle kuluna gönderdiği bir rızıkta fakirin kendisini övmesini istediğinden dolayı günah bile kazanır. Bundan kendisini kurtaran kimsenin hali ne kadar güzel olur.
İYİLİĞE TEŞEKKÜR
Fakirin kendisine iyilik yapan kimseye bir teşekkür olarak özel dualar etmesi müstehaptır. Bunu bir edepten ve mevlâsının ahlâkı ile ahlâklanmak için yapmalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak o kimseyi hayır için bir sebep ve iyilik için bir vasıta yapmıştır. Allah Teâlâ verme işinde kulunu bir vasıta olarak görmekte ve bundan dolayı kulunu övmektedir.
Böyle yapmak, insanlara bir teşekkür, onlar için dua ve güzel övgüde bulunmaktır. Kendisine bir şey vermedikleri zaman onları kötülememesi de bir çeşit teşekkürdür. Hayır sahibinin verdiğini alırken onları ayıplamamak da teşekkürün ayrı bir şeklidir.
Bu söylediklerimizi, şu hadis-i şeriften anlıyoruz: “Kendisine iyilik yapan insanlara teşekkür etmeyen kimse, Allah Teâlâ’ya şükretmiş olmaz..’’ (Ebu Davud, Edeb, 11; Tirmizi, Birr, 35)
İnsanlara teşekkürde, hayra vasıta yapılan şeyleri kabul etmek, nimetin ortaya konulmasında güzel edeple muamele etmek ve nimet veren yüce Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak mevcuttur. Çünkü Allah insanlara nimetlerini ihsan etmiş, sonra onlara bir ikram olarak şükürlerine bol sevapla karşılık vermiştir.
Bir haberde şöyle rivayet edilmiştir: “Yakîn sahibi kullar, kendilerine verilen bir nimette önce Allah’ın elini (rahmetini) müşahede edip O’na şükreder. Sonra bu iyiliği yapan müttaki kimselere teşekkür ederler. Çünkü yüce mevlâ onları fakir için bir hamd sebebi ve onun rızkı için bir vasıta yapmıştır.”
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Size kim iyilik ederse onun iyiliğine benzer bir iyilikle karşılık veriniz. Eğer buna imkânınız olmazsa, iyiliğine karşılık olduğuna kanaat getirinceye kadar hayır sahibine dua ediniz.” (Buhari, Edebü’l-Müfred, nr.216; Ebu Davud, Zekat, 38)
İnfaktan dolayı Allah’a şükretmek ise, o malın hiçbir şeriki olmadan Allah’tan geldiğine kesin olarak inanmak ve o mal ile Allah’a ibadet etmeye çalışmakla olur.
HAYIRDA TERCİH EDİLECEK FAKİRLER
Sadaka/zekât verirken, halini gizleyen, halk tarafından bilinmemeyi tercih eden, ona buna halini açıp şikâyet etmeyen dindar ve tasavvuf/mâneviyat ehli kimseleri arayıp bulmak daha faziletlidir. Bunlar, durumları Kur’an’da anlatılan kimselerdir. Onlar, fakirliklerinden, geçim darlığından yahut kalbini ıslahla meşgul olduğundan veyahut da imkânı olmadığından yer yüzünden ticaret için gezip dolaşamadığından kendisini âhiret yoluna adamış, devamlı ibadet ve taat ile meşgul olan kimselerdir. Âyet onların sıfatlarını şöyle anlatır: “Onların iffetlerinden dolayı cahiller kendilerini zengin zanneder. ” (Bakara, 2/273)
O halde yaptığın iyiliği, bu vasıfları veya bir kısmını taşıyanlara yapmaya gayret et. Böyle yaparsan, amelin temiz, yaptığın işler de karşılık bulmaya lâyık olur. İyiliğin ve hayrın en faziletli olanı, fakir kardeşlerine yaptığın iyiliktir.
Hz. Ali’nin (r.a) şöyle dediği nakledilmiştir: “İhtiyaç sahibi bir kardeşime 1 dirhem sadaka vererek hukukunu gözetmem, bana, başkasına 20 dirhem sadaka vermekten daha sevimlidir. Kardeşime 20 dirhem sadaka vererek iyilik yapmam, başkasına, 100 dirhem sadaka vermekten daha sevimlidir. Yine kardeşime 100 dirhem sadaka vermem, benim için bir köle âzat etmekten daha sevimlidir.”
Çünkü Allah Teâlâ, yakın dostları akrabaların arasında zikretmiştir. Buna göre akrabaya verilen zekâtın yabancılara verilen zekâta üstünlüğü, yabancıları bırakıp da yakın akrabaya sadaka vermenin fazileti gibidir. Zira akrabalık bağından sonra en güçlü bağ din kardeşliği bağıdır.
Seleften biri şöyle demiştir: “Amellerin en faziletlisi, kardeşlik hukukunu devam ettirmektir.”
NİMETİN ASIL SAHİBİNİ BİLMEK
İnsan, yapacağı iyiliği, kendisine bir şey verdiğinde Allah Teâlâ’ya hamdeden, O’na şükreden, gelen nimeti O’ndan gören ve herhangi bir nimette aradaki vasıtaya bakmayan kimseye vermeye çalışmalıdır. Gerçekten bu kimse, Allah Teâlâ’ya en güzel şekilde şükreden bir kuldur. Çünkü, Allah Teâlâ’ya hakiki mânada şükretmek, gelen nimetin O’ndan geldiğini görmek ve işinde ihlâsla muamele etmektir. Ayrıca, kendisine gelen nimet ve ihsanda, O’ndan başkası için sâlih amel edilmeyeceğini bilmektir.
Hz. Ali (r.a) bir vasiyetinde şöyle demiştir: “Allah’la aranda nimet verici herhangi bir varlık kabul etme, O’ndan başkasının sana verdiği nimetleri bir borç olarak kabul et.”
Hayır yaparken böyle bir kimseyi tercih etmeli, kendisine bir hayır yapıldığında yüce Allah’ı bırakıp o hayrı yapanı öven, onu yücelten ve iyiliği onun yaptığını söyleyen kimseden önce bu kimseye öncelik verilmelidir. Çünkü o, Allah’a hamdetmekte, O’na şükretmekte, verdiğini nimetten dolayı O’nu yüceltmekte, O’nu zikretmekte ve gerçekte nimeti verenin Allah Teâlâ olduğunu görmekte, gelen nimete kendisini Allah’a yaklaştıracak bir vesile olarak bakmaktadır.
Eğer iyilik yapan kimse, Allah Teâlâ’ya ve onun yaratıklarına karşı samimi ise böyle düşünür. Ancak, kötü arzuları kendisine galip gelip Rabbine karşı samimi olmayan, yaptığı iyiliğin âhirette kendisine getireceği faydadan habersiz olan kimse, bunları düşünmez ve bilmez.
Bu kimsenin bu düşünce ve hal içinde tevhid makamından kaybedeceği, verdiği sakada ile elde edeceği mânevî kazançtan daha büyüktür. Hem bu kimse, başkalarının kendisine yönelmesini beklemesinden, devamlı ona alışmasından ve elindekine tamah etmesinden emin olamaz. Bu arada öyle sözler sarfeder ki, yaptığı amelin sevabı yok olur.
Diğer yandan fakir, kendisine yapılan iyiliği ondan bildiği gibi, vermediği zaman bu vermeme işini de yine ondan görüp kendisini kötüler ve hakkında ileri geri konuşmaya başlar. Fakiri böyle yapmaya sevkeden kimse, kendisini nimet sahibi gösteren kimsedir. Halbuki her şeyi Allah’tan bilip O’na yakînen inanan kimse, bu tehlikelerden emindir.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Hayır yapan kimse, onu fakirin eline koyarken, fakirin eline geçmeden önce yüce Allah’ın eline geçer.” (Beyhaki, Taberani, Heysemi, Süyuti)
Buna göre, yakın iman sahibi olan kimse, rızkını Allah’tan almakta, sadece O’na kulluk etmekte, O’ndan ancak şu âyette emrettiği şeyi istemektedir. Âyette şöyle buyrulmuştur: “Rızkı Allah katından talep edin (arayın/isteyin) ve yalnız ona kulluk edin. ” (Ankebut, 29/1)
Resûlullah Efendimiz (s.a.v), fakirlerden birine bir şey gönderdi. Gönderdiği kimseye, onu fakire verince ne dediğine dikkat etmesini ve unutmamasını emretti. Aracı gönderileni fakire verince, fakir şöyle söyledi: “Kendisini zikredeni unutmayan, kendisine şükredeni zayi etmeyen yüce zâta hamdolsun.” Peşinden şunları ekledi: “Allahım, sen falancayı (kendisini kastediyor) unutmadın; onu da seni unutmayan biri yap.”
Fakirin bu sözlerini işiten görevli, duyduklarını Allah Resûlü’ne (s.a.v) haber verdi; Resûlullah Efendimiz memnun oldu ve, “Bunu söyleyeceğini zaten biliyordum” (Zebidi, İthafü’s-Sade, 4/214) buyurdu.
MALIN İYİSİNİ VERMEK
Zekât veren kimse, zekât malını gücünün yettiğinin en değerlisinden ve en hoşuna giden maldan vermelidir. Çünkü Allah Teâlâ güzeldir ve ancak güzel olanı kabul eder. Zekâtın Allah katındaki temizliği, artışı ve bereketi, zekât malının helâl oluşuna ve onun en ehil ve faziletli kimseye verilmesine bağlıdır.
Zekât veren, verdiği malı gözünde küçük ve basit görmelidir. Onu gözünde büyütmek, kendini beğenmekten ileri gelir. Kendini beğenmek ise, amelleri boşa çıkartır, sevabını yok eder. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Huneyn günü çokluğunuz sizi gururlandırmıştı.” (Tevbe, 9/25)
Denilmiştir ki: “Yapılan ibadet küçük görüldükçe Allah katında büyür. İşlenen günah da gözde büyütüldükçe Allah katında küçülür.”
Âlimlerden biri şöyle demiştir: “Bir iyilik, ancak şu üç şeyle tamam olur: Onu gözünde küçük görmek, vakti gelince hemen acele ile yapmak ve insanlardan gizlemek.”
Selef-i sâlihin zekâtı yüzlerle, nâfile sadakayı ise binlerle ifade edilecek miktarlarda verirlerdi. Onlar verdikleri zekâtla bir fakiri bütün ihtiyacından, sıkıntısından kurtaracak, zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak hale getirirlerdi. Çoğu zaman, fakirler ihtiyaçlarını gördükten sonra geriye ellerinde para kalırdı.
Allah Resûlü’nün (s.a.v) şu hadisi bu mânada anlaşılabilir: “Zekâtın hayırlısı, sahibine geride zenginlik bırakandır.” (Hakim, Müstedrek, 2/182)
Yani fakire verilen en hayırlı sadaka ve zekât, ona içinde bulunduğu günü için yettiği gibi, diğer bir vakitte de ona yetecek ve kendisini dilenmekten, onun bunun eline bakmaktan kurtaracak olanıdır. Onun bu hali de, kendisine o parayı veren kimse için ikinci bir sadaka gibi olur.
ZEKÂT ve HAYIRDA SIRA
En faziletli olan, zekâtın en çok ihtiyacı olan en faziletli kimselerden başlayıp ihtiyaç ve fazilet sırasına göre verilmesidir. Buna göre Allah Teâlâ’yı bilen âlimlere, amel ehli sâlihlere, Allah rızâsı için dünya ehlini terkeden ve dünya ticaretini bırakıp âhiret ticaretiyle meşgul olan dindar kimselere öncelik verilmelidir. Sonra, ailesi kalabalık olan fakirlere ihtiyaç miktarına göre zekât ve sadaka verilmelidir. Ailesi kalabalık olanlara zekât verenler, o ailenin fertleri kadar ayrı ayrı kimseye zekât vermiş gibi sevap alırlar.
Hz. Ömer (r.a), Ehl-i beyt’e on davar ve üstünde zekât verirdi. Sünnet de bu şekildedir. Allah Resûlü de (s.a.v), bir şey vereceği zaman onu ashabı arasında pay ederdi. Evli olanlara, bekârın iki katı verirdi. Her adama, ailesinin sayısına göre zekât veya sadaka verirdi.
Selef-i sâlihten bir zat şöyle demiştir: “Biz öyle kimselerle arkadaşlık ettik ki, onlar, hayır yaptığı zaman binlerce dirhem verirlerdi. Onlar gittiler; sonrakilerin yardımları ise yüzlerle oldu. Şu an içinde yaşadığımız toplumun yardımları ise onlarla ifade edilecek sayılara düştü. Sonra gelenlerin, bunlardan daha kötü olmasından korkarız.”
Selef-i sâlihinden başka bir zat ise şöyle demiştir: “Biz, hayır işleri yapan ama yaptığından hiç bahsetmeyen bir topluluk gördük. Onlar gitti, peşinden hayır söyleyen ve söylediğini yapan bir grup geldi. Biz, onlardan sonra, hayrı konuşan fakat bir iş yapmayan kimselerin gelmesinden endişe ediyoruz.”
Eğer zekât verilen kimse, hem borçlu hem de ailesi kalabalık bir fakir ise böyle biri takvâ sahipleri için bulunmaz bir fırsat, infak ehli için de bir ganimettir. Böyle birine yapılacak yardım, hakiki anlamda yerini bulmuştur.
İbn Ömer’e (r.a) musibet ve imtihanın en ağırının hangisi olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Malın azlığı, ailenin kalabalıklığı.”
Bir hadis-i şerifte de Allah Resûlü’nün (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sadece takvâ sahibinin yemeğini ye. Yemeğini de ancak müttakiler yesin.” (Ebu Davud, Edeb, 16; Tirmizi, Zühd, 56) Çünkü bu ikramınla müttaki kimsenin iyilik ve takvâsına yardımda bulunmuş ve onun hayırlı hedefinde ortak olmuş olursun.
Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Yiyeceğinizi muttaki (Allah’tan korkan sâlih) kimselere yedirin. İyiliğinizi müminlere yapın.”(İbn Hibban; Ebu Ya’la, Ebu Nuaym, Heysemi) Hadisin diğer lafzında şöyle buyrulmuştur: “Yemeğine Allah için sevdiklerini kat. ” (Bu özel davet ziyafetler içindir. Yoksa, muhtaç ve aç bir kimse gördüğümüz zaman, herkese imkanımız ölçüsünde yemek yedirmek vazifemizdir)
HAYIRDA HASSAS NOKTALAR
Yakîn iman sahibi bir müminin, sadaka ve hayrının takvâ sahipleri tarafından kabul edilmesi halinde sevinmesi ve mutlu olması gerekir. Çünkü bu, onun amelidir. Eğer Allah Teâlâ’yı ve O’nun hükümlerini bilen bir zat onun yardımını kabul etmezse, onun yaptığı hayırlar geri çevrilecek demektir. Bundan dolayı üzülmelidir. Zira o, Allah Teâlâ tarafından geri çevrilecek bir hayır olmuştur.
Bir kimse zekât veya sadakasını fakire vermesi için birine verse, sonra hali ondan daha kötü ve muhtaç başka bir fakir görse, malı elinde bulunduran kimse elinden çıkarmamış yahut birinci fakire durumu bildirmemişse, mal sahibi onu ikinci fakire vermesini isteyebilir.
SÂLİHLERE YAPILAN HAYRIN FAZİLETİ
Ariflerin kabul ettiği sadaka ve zekâtlardan dolayı sevinmek gerekir. Çünkü bu, Allah Teâlâ’nın kabulünün işaretidir. Zira Allah Teâlâ’yı lâyıkıyla bilen bir ârif, konuştuğu zaman Allah Teâlâ’dan izin alarak konuştuğu gibi, yaptığı işlerde de Allah Teâlâ’dan izin alarak hareket eder. Böyle birinin zekât ve hayrı kabul etmesi, başkalarının kabulüne benzemediği gibi, onun hayrı geri çevirmesi de başkasının geri çevirmesine benzemez. Çünkü ârifin Allah Teâlâ’dan elde ettiği ilim ve delil, diğerlerinin delilinden daha sağlam ve daha yüksektir. Zira ârif, ilâhî yardıma ve hatadan uzak kalmaya diğer fakirlerden daha yakındır.
Kardeşlerimden biri bana şunu anlattı: Mekke’de bir fakir, zenginlerden birinin verdiği malını geri çevirmişti. Bunun üzerine zengin ağlamaya başladı. Niçin ağladığı sorulduğunda, “Bu geri çevrilen benim amelim değil mi?” dedi. Kendisine, “Başkasına ver; o kabul eder” denildiğinde zengin şu cevabı verdi: “Böyle nur sahibi bir zatı nereden bulabilirim?”
Cahil kimse, nefsinin hevâsı ile hareket eder. Böyle birinin reddi ile kabulü arasında fark yoktur. Çünkü o, aldığını nefsi için aldığı gibi, reddettiğini de nefsi için reddeder. Ârif ise, alırsa Allah için alır, reddederse rabbinden aldığı bir ilimle reddeder.
Hayır sahibinin gözünde onun hayrını kabul eden böyle kimsenin izzet ve şerefi artmalı; ona karşı muhabbet ve saygısı daha büyük olmalıdır. Çünkü bu kimse, onun hayrını kabul etmekle, onun iyilik ve takvâsına yardımcı olmuş, bağışını kabul etmekle ona mânen ikramda bulunmuştur. Hayır sahibi bunu, kendisi için Allah Teâlâ’nın bir nimet ve ihsanı olarak görmelidir.
Hayır yapmak isteyen kimse, takvâ ehlini ve ihtiyaç sahibi fakirleri aramaya çalışmalı, bunun için bütün gayretini harcamalıdır. Eğer bilgisi eksik, feraseti kıt ve seçkin insanları tanımada yetersizse, kendisinden daha bilgili, daha basîretli, sâlihleri daha iyi tanıyan, dinine ve emanet duygusuna güvenilen hayır ehli âhiret âlimlerine müracaat etmelidir. Bu iş için dünya ehli âlimlere müracaat etmemelidir.
Âlimlerden bir zat, sadaka ve zekât için sûfîlerin fakirlerini tercih ederdi. Ona, “Hayrını bütün fakirlere yaysan olmaz mı?” denildiğinde, “Hayır, ben onları diğerlerine tercih ediyorum” dedi. “Niçin?” diye sorulduğunda şu cevabı verdi: “Çünkü onların bütün derdi Allah Teâlâ’dır. Onlardan birinin başına bir sıkıntı geldiğinde, bu onun düşünce ve gönlünü dağıtabilir. Onlardan birinin düşüncesini Allah Teâlâ’ya çevirmem benim için, onların dışında düşüncesi dünya olan bin kişiye hayır yapmaktan daha sevimlidir.”
Bu söz, Cüneyd-i Bağdâdî’ye (r.ah) nakledildiği zaman, çok hoş bulmuş ve şöyle demiştir: “Bu söz Allah Teâlâ’nın velîlerinden birine ait bir sözdür. Uzun zamandır bundan daha güzel bir söz işitmedim.”
Bir süre sonra yukarıdaki sözün sahibi olan şahsın maddî durumunun bozulduğunu ve dükkânını kapamaya niyetlendiğini duydum. Cüneyd-i Bağdâdî, kendisine gönderilen bir parayı ona götürerek şöyle demiştir: “Bunu sermayene kat ve dükkânını kapatma. Ticaret senin gibilere zarar vermez.”
Bu şahsın bakkal olduğu ve kendisinden alışverişte bulunan fakirlerden para almadığı söylenirdi.
İbnü’l-Mübârek de (r.ah) zekâtını özellikle ilim ehline verirdi. Kendisine, “Başkalarına da versen olmaz mı?” diye sorulduğunda şu karşılığı vermiştir: “Ben, peygamberlik makamından sonra âlimlerin makamından daha faziletli bir makam bilmiyorum. Âlimin kalbi, ihtiyaç ve aile derdiyle meşgul olduğu zaman kendini ilme veremez ve insanları
eğitmeye yönelemez. Bu nedenle onların kalplerini ilme vermeleri ve gönül hoşluğu ile insanların eğitimiyle meşgul olmaları için kendilerine yardımcı olup ihtiyaçlarını gidermeyi daha hayırlı gördüm.”
Selef-i sâlihinin zekât ve sadaka verirken izledikleri usul budur.
Kulun, zekâtını en faziletli yere vermede muvaffak kılınması, Allah Teâlâ’nın onu helâl yemek yedirmeye muvaffak kılması gibi ancak İlâhî yardımla olur. Allah Teâlâ velî kullarını bu işte başarıya ulaştırır ve kudretiyle onlara dilediği kadar ilim nasip eder.
Hamdolsun âlemlerin rabbi yüce Allah’a.